Sadece erkek oyuncu performansını izlemek için gittiğim, ancak çok daha fazlasını bulduğum bir film oldu
Her. Konusunu biliyordum. Az oyunculu kadrosundan ve uzun diyaloglarından da haberim vardı. Açıkçası sıkılmaktan korkmuştum. Ama korktuğum gibi çıkmadı. Yüzeyde anlattığı
"Sanal Aşk" ' ı bir kenara bırakırsak çok çok daha derin detayları var filmin.
Kısaca konuyu anlatalım. Theodore, yakın zamanda evliliğini bitirmiş, bir hazır mektup yazma şirketinde çalışan (Bu da ne demekse, açıkçası böyle bir mesleği ilk kez bu filmde gördüm. Siz para veriyorsunuz, bilgi veriyorsunuz. Şirket sizin adınıza hazır şablon el yazınızla sevdiklerinize mektup yazıyor. Çok olası bir o kadar da ütopik geldi. Eğer gerçekten böyle şirketler varsa vay halimize, yoksa bu durum çok akıllıca işlenmiş bir distopik detay), biraz içine kapanmış orta yaşlarda bir erkektir. Bir gün son günlerin popüler işletim sistemi olan OS1' i almaya karar verir ve olaylar gelişir.
OS1, Theodore'un, aslında biraz meraktan, biraz da işlerini kolaylaştırmak için aldığı gelişebilir yapay zeka sistemidir. Programı yüklediğinde ilk ve can alıcı sorusu "sesini nasıl istersiniz?" olur. "Kadın mı? Erkek mi?". Asosyal kahramanımız (ona asosyal demek haksızlık aslında birazdan daha geniş yazacağım bu konuda) kadın sesi tercih eder ve OS1, çok tatlı bir kadın kimliği ile Thedore'un hayatına girer. İsmine de kendisi karar verir... Samantha.
Önceleri gelen mailleri haber vermek, ajandasını düzenlemek gibi günlük şeyler yapan Samantha, kendisini ve Theodore' u tanıdıkça gelişmeye başlar. Derken işin içine duygular girer ve gerisi olaylar, olaylar...
Bu filmde dikkatimi çeken belli başlı noktalar var. Birincisi, Theodore' un yaşadığı hayatın aksine aslında insanları ne kadar iyi analiz ettiğini görüyoruz. Asosyal değil aksine gayet sosyal. İnsanları inceliyor, dinliyor, seviyor. İşinde yazdığı harika mektuplar da bunun sayesinde. Çok ince ruhlu birisi aslında Thedore. Sevimli, naif ve kırılgan. Bu da garip bir çelişki aslında. Sanal bir ilişki yaşayan birisini gözünüzde nasıl canlandırırsınız? Dış dünyaya karşı biraz ilgisiz olması gerekir değil mi?. Değil işte. Dış dünyayı ciddi anlamda hissediyor bu adam.
İkinci farkettiğim şey ise muhteşem görüntüler. Yönetmeni Spike Jonze, "ben bilim-kurgu vari bir şey çekiyorum, sizi efektlere boğacağım hihohohohoo" dememiş. Gayet sanatsal, zarif görüntüler var filmde. Pastel renkleri ve canlı ama göz yormayan detayları ile oluşturulan yakın gelecek dünyası çok güzel olmuş. Hele o güzel müziklerle görüntülerin içiçe olduğu sahneler. Hiç konuşmasalar bile izleyebileceğiniz bir görüntüler yumağı çıkmış ortaya. Sıkılmanız mümkün değil.
Ayrıca her ne kadar bilmem kaç bilgisayar gücünde yapay bir zeka olsanız da, işin içine insan doğası girdiği zaman ve siz bunu taklit etmeye başladığınız zaman vereceğiniz tepkiler de basit bir insanın tepkisiyle aynı oluyor. İnsan doğası teoride ve pratikte değişmiyor. Şaşırtmıyor...ve şaşırtıyor :)
Bir diğer fark ettiğim nokta ise, film izleyiciye "gerçek nedir ki?" sorusunu ciddi anlamda sordurmayı başarıyor. Gerçek ilişkileri olup mutlu olmayan insanları gözlemliyorsunuz. Sanal bir ilişki ile ne kadar çok şey paylaşabildiğinizi görüyorsunuz. İnsanların ne düşündüğünün ne kadar önemli olması gerektiğini sorguluyorsunuz. Mesela Amy ve kocasının ilişkisi, ete kemiğe bürünmüş olmasına rağmen çok daha sığ, yapay gelebiliyor. Sonra fark ediyorsunuz ki, karşınızda canlı birisi de olsa, sanal bir sistem de olsa yaşadığınız ilişki sizden ibaret. Sizin görüş açınızdan, sizin duygunuzdan, sizin hislerinizden.
En önemlisi de, filmden sonra insanoğlunun zekasının tamamını kullanmamasına şükrettim. Söylenenlere göre beynimizin % 10' unu bile kullanmıyormuşuz. İyi ki böyle. Düşünsenize önünüzde yapay bir zeka var. Ulaşabileceklerinin sınırı yok. İnsan doğasını taklit ediyor. Bir yerden sonra kafası karışıyor. Ben kimim, varlık ne yokluk ne? Burada yönetmenin yapay zekanın felsefi görüşünü dahil etmesi çok zekice. Samantha bir yerden sonra çok şey yapabilmenin, her şeyi görebilmenin mutsuzluğunu yaşıyor. Boşuna dememişler "cehalet mutluluktur" diye. Biz bu %10 ile idare edelim. İyi böyle inanın. Çok bile... :))
Şimdi gelelim bu filme asıl gitme sebebim olan erkek oyuncu performansına. Joaquin Phoenix sevdiğim bir oyuncuydu zaten. Farklı bir siması var ve bu değişik bir renk katıyor oynadığı filmlere. Ama bu filmde adam kendini resmen aşmış. Bıyığı, konuşması, hele o kendine has giyimi ile kusursuz bir karaktere hayat vermiş. Bu yıl Oscar adaylığını kesinlikle hak etmiş. Kazanır mı bilemem. Diğer adayların performanslarını henüz izlemedim. Yorum yapamıyorum. Ama aday olması kesinlikle abes değil.
OS1' in yani Samantha' nın seslendirmesi de Scarlett Johansson'a ait. Bir ses bu kadar yakışabilir bu role. Ne kadar doğru bir seçim olmuş.
Daha çok şey yazmak istiyorum ama kafamda toparlayamadığım cümleler var bu filme dair. Size farklı bir alternatif sunuyor. Kafa karışıklığı yaşatıyor. Filmden çıktığınızda "Gerçek nedir ki?" sorusu ile karşılaştığınız kaç film var ki :) İzleyin... Konuyu boş verin, o güzel görüntülerin hatırına bu filmi izleyin...