Ads 468x60px

.

Pages

22 Ağustos 2013

The Angels' Share (2012)


Bu filmi izledikten sonra aklıma gelen ilk şey, "Modern Amerikan Sineması rüzgarına kapılıp da, böyle kenarda köşede kalmış kaç güzel filmi kaçırdık acaba?" sorusu oldu. Aslında ben filme gitmemiştim. Ne olduğunu, ne hakkında olduğunu bile bilmiyordum. Şu aralar CerModern' de açık hava film gösterimleri en büyük eğlencemiz oldu. İki gün önce de yine bu eğlence için gitmiştim bu filme. Sonra film başladı ve biz kapıldık büyüsüne... Az sonra yazacaklarımı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse, eğer şu aralar güzel bir şeye ihtiyacınız varsa, bu filmi izleyin. Harry ile içiniz sevgi ile dolsun, Albert ile gülümseyin...( ve gitmeyi düşünüyorsanız, yazının devamını daha sonra okuyun...!!!).



Film sarhoş bir gencin tren raylarındaki macerası ile başlıyor. Ne olduğunu anlayamadan kendimizi mahkemede buluyoruz. Küçük çaplı kamu suçlularının yargılandığı bu mahkemede sarhoşumuz Albert (Gary Maitland), ne bulursa çalan Mo (Jasmin Riggins), heykellerle sorun yaşayan Rhino (William Ruane) ve bir kavgaya karışmış olan Robbie (Paul Brannigan) kamu hizmeti cezası alırlar. Başlarında da babacan kamu görevlisi Harry (John Henshaw) verilir. Ve macera başlar.

Deli bunlarrrr :)


Film Albert ile başlamasına rağmen Robbie merkezine döner. Çünkü Robbie belki de içlerindeki en acıklı hikayeye sahiptir. Belki de yönetmen diğerlerinin hikayesini çok detaylı anlatmadığından bize öyle geliyordur. İşsiz güçsüz, evsiz barksız ve babasından bir kan davasını miras almış olan Robbie, üstüne bir de baba olmak üzeredir. "Partner"' i Leonie (Siobhan Reilly) ise Robbie' yi gerçekten seven ama haklı olarak çocuğunun geleceğinden kaygılanan genç bir anne adayıdır. Bebek doğmak üzere, Robbie iş bulamıyor, Leonie' nin babası sıkıştırıyor ve daha toplanması gereken çöpler, boyanması gereken kamu binaları var. Robbie tam bir çıkmazda. Ama bazen bir el uzanmak için tam da böyle bir anı kollar.

Babacan Harry...

Filmimizde bu eli Harry uzatıyor. Robbie' nin baba olduğu ilk gün, Harry farkında olmadan ona ikinci bir şans veriyor ve o gün, o tattığı ilk viski Robbie' nin hayatını değiştiriyor. Önce viskiler hakkında kitaplar okumaya sonra da tatma günlerine katılmaya başlıyor. Tek başına değil tabii ki. Huysuz, mutsuz ve umursamaz ceza arkadaşları Rhino, Albert ve Mo da Robbie'ye eşlik ediyor. Robbie koku ve tat almadaki yeteneğini de farkedince işler çok daha garip haller alıyor. Ve bizim beş parasız gençlerimiz kendilerini milyonluk viski fıçılarının yanında buluyorlar. Sonrası mı....olaylar, olaylar....

Filmin çok fazla alt mesajı var. Suça meyilli insanların çaresizliği, ceza sisteminin adaletsizliği (özellikle Robbie ile kavga ettiği çocuğun ailesi arasında geçen konuşma yürek burkuyor),
vs. vs. ama en öne çıkan mesaj, dünyayı sevgi kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey...

Bu filmde açıkçası benim en dikkatimi çeken nokta Leonie' nin Robbie' ye sıkı sıkı tutunması oldu. Bir tarafta güzel zengin bir kadın, bir tarafta beş parasız çöp toplayan bir erkek. Günümüzde kötü bir espri yaptı diye, çirkin bir gömlek giydi diye biten (aslında hiç başlamamış) ilişkiler varken, bu iki zıt gencin her zorluğa rağmen bir arada olması inanılmaz bir şeydi. Ki Robbie' yi ayakta tutan tam da buydu. Robbie Leonie için her şeyi yapardı, bunu bilen Leonie de Robbie için her şeyi yapıyordu zaten.

 Bu güzel film için kadeh kaldırıyoruz....Şerefe...

Sevgi kurtaracak dünyayı...

Sevgi diyorum ya sadece bu iki genç arasındaki aşk da değil bahsettiğim. Asıl pay Harry' nin aslında. Çünkü Harry başta Robbie olmak üzere, gençlerin tamamına sevgi dolu, babacan bir şekilde yaklaşıyor. Böylesi insanlar için, yani suça meyilli, asi gençler için bir dönüm noktası vardır. Ya kıçına bir tekme de siz atar, çamura iyice bulanmasına neden olursunuz. Ya da el uzatıp o çamurdan çıkmasını sağlarsınız. Harry tam da o dönüm noktasındaki işaretti.

Filmin karakterleri içinde Albert' e ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Sen ne pis, ne iğrenç ve ne tatlı bir karaktersin öyle. Filmin adeta tadı tuzu oldu Albert. Çaresizliğin en yoğun olduğu yerde bile bizi güldürmeyi başardı. Özellikle Mona Lisa muhabbeti...benim son zamanlarda en çok güldüğüm sahnelerden birisi oldu.

Ken Loach, filmin setinde. 

Bir İskoçya filmi izliyorsak tabii ki doğanın da büyük payı olacak o filmde. Yeşili bol, evleri geleneksel, ingilizcesi bir tuhaf, havası puslu ve gri, yerli içkisi viski olan İskoçya' nın, coğrafyası ile filme ayrı bir tat verdiği de aşiktar. Aynı tipleri alın, başka yerde bu kadar tat alamazsınız. Öykü o coğrafyanın dokusuna öyle uyuyorki. Katıksız bir yerli film olmuş. Filmin yönetmeni Ken Loach için şöye bir cümle okumuştum, "büyük öyküleri, küçük bütçelerle anlatma ustası". Harfi harfine katılıyorum. Filmi özel kılan öykü değil aslında. Öykü genel anlamda klişe bile olabilir. Onu özel kılan anlatılış şekli, onu özel kılan Ken Loach.  Milyon dolarlar verip de ulaşamayacağınız bir etkiye, küçücük bir notla ulaşabiliyor.

Bir şeyi daha söylemeden yazıyı sonlandırmak istemiyorum. Açık havanın da etkisi vardır illa ki ama bence filmin gücüydü. Şimdiye kadar hayatımda hiç bir sinemada görmediğim bir ortak tepki gördüm iki gün önce. Hepimiz filmin içine nasıl girmiş, nasıl benimsemişsek, organize bir şekilde 400 kişinin ağzından öyle bir "Aaaaaaa" tepkisi yükseldi ki, en az filmin sahnesi kadar etkileyici idi. Bir deee, bir filmin adı bu kadar mı güzel olur....

Neyse ne demiştim yazının başında. Güzel bir şeylere ihtiyacınız varsa, bu filmi izleyin.




0 yorum:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...