Ads 468x60px

.

Pages

15 Şubat 2013

Django Unchained (2013): Ego Savaşı


Django Unchained, her Tarantino filmi gibi merakla beklenen, karşılığını veren ve ardından gerek toplumsal gerek sanatsal bir çok tartışma bırakıp giden bir film. Özgürlük, kişisel ego, vicdan, intikam, hayatta kalma iç güdüsü kavramları Tarantino' nun hali hazırda sürekli kullandığı malzemeler. Bu filmde, bu kavramları, Amerika'nın iç savaç öncesi toplumsal yapısı ve kölelik ile harmanlamış Tarantino ve yeni nesil bir Western hikayesi oluşturmuş.




Film, gerek uzun diyalogları, gerekse de az aksiyonu ile Tarantino' nun önceki filmlerimden biraz farklı. Az derken tabii ki yoğun aksiyon/şiddet sahneleri barındırıyor. Ama bu sahneler film boyunca sadece belirli noktalara dağılmış ve genel olarak psikolojik gerilim tercih edilmiş. Tıpkı Inglourious Basterds' da olduğu gibi. Bu durum biraz eleştirilebilir ancak eski baş yapıtlara bakarsak teknoloji ile çekilmiş aksiyon sahnelerinin gerisinde her zaman oyunculuk ve psikolojik gerilim sahneleri filme daha çok değer katıyor. Haliyle uzun diyaloglardan şikayetçi bünyelerin biraz dinlenmesi gerek. 



Film hakkında çok şey yazılabilir ama benim amacım bu kez farklı. Bu kez tamamen bir filmi değil, bir karakteri anlatmak istiyorum. Calvin Candie...Nam-ı diğer Mösyö Candie. Leonardo DiCaprio' nun hayat verdiği karakter bence filmin kilit noktası. Şunu da belirtmem gerek, filmde böyle karakter analizi yapacağınız fazlaca karakter var. Dr. Schultz ve Stephen gibi. Ben ise bay ego, Mösyö Candie' yi seçiyorum.

Babasından kalma büyük pamuk çiftliklerinin başında olan Mösyö Candie, hizmetinde çokça zenci köle çalıştıran, zenci dövüşlerini büyük bir zevkle izleyen, cezalandırmak için de zencileri köpeklere yediren kibar bir sadisttir. Filmde kendisini görmeden önce bahsini duyuyoruz. Mesela Fransız hayranı olmasına karşın fransızca bilmediğini öğreniyoruz. Burada karakterin gösterişe ne kadar önem verdiğinin ilk sinyallerini alıyoruz. İlerleyen zamanlarda Alexandre Dumas'lı sahnede bunu bir kere daha teyid ediyoruz. Sonra sırtını görüyoruz, uzun bir süre sonra da yüzünü görme şerefine nail oluyoruz. Yani filme giriş şekli ile bile "havalı".
İlk ego sinyallerini bu sahnede alıyoruz. Misafirlerine stratejik bir kibarlık gösterirken her eylemde kendisini üstün tutması gözlerden kaçmıyor. 



İkinci büyük ego çatışmasını kölenin köpeklere yem edildiği sahnede görüyoruz. Uzunca süre kölesine fırça atarak etrafındakilere gösteriş yapma atağı, kahramanlarımızın "etkilenmediklerini" söylediği an geri püskürtülüyor ancak Mösyö Candie vazgeçmiyor. Geri adım atmak onun kitabında yok. Sonuç ? Vahşet.

Mösyö Candie' nin karakter analizindeki en önemli ayrıntılardan birisi de Stephen. Stephen yaşlı, huysuz bir köle ve evin uşağı. Samuel L. Jackson' un harika bir performansla canlandırdığı Stephen, diğer kölelerden de mevkii olarak üstün. O nedenle Candie' ye her istediğini söyleyebiliyor. Candie' nin buna müsaade etmesi karakterine ters gibi görünse de bunun altında bir kaç neden yatıyor aslında. Birincisi hayatındaki baba objesi eksikliği, bu yaşlı zencinin muhabbetti ile geçiştirilebilir düşüncesi. İkinci neden ise Stephen' in aslında bir soytarı gibi onu eğlendirmesi. Tıpkı Kralın soytarılarının Krala "ego sınırları dahilinde" herşeyi söyleyebildiği gibi. Bir başka neden de Stephen ' i bir zenci olarak kendi tarafında tutmak. Böylece diğer zencileri otomatik olarak kontrol edebilir. Stephen de bu oyuna fena gelmiş gibi görünüyor. Stephen öyle bir karakter ki, sadece köle olarak eziklik değil aynı zamanda büyük bir yalakalık gösteriyor. Bu bile Mösyö Candie' nin egosunu okşayabilir. 



Filmin en etkileyici sahnesi ise hamlet vari kafatasını eline alıp da zencilerin "sadakat" zaaflarını anlattığı sahne. Sen nasıl bir karaktersin ki, çantanda uzun süre bir kafatası taşıyor ve misafirlerine bu kafatası üzerinden anotomik olarak zencilerin köleliğe yakıştığını anlatmaya çalışıyorsun. Ben söyleyeyim size aşırı derecede takıntılı ve gücü seven bir karakter. Uzun uzun yanındaki zencilere bakarak ve en önemlisi Django' o masadayken, uzun yoldan bilimsel bir aşağılama çabası ancak O'nun yapacağı bir şey. 

Ve en önemlisi de Dr. Schultz ile girmiş olduğu ego savaşı. Christoph Waltz muhteşem bir performans sergiliyor Dr. Shultz karakteri ile. Normalde Dr. Schultz' un da yüksek bir egosu var. Ama en azından O' nun bir vicdan sahibi olması bu durumu dengeleyebiliyor. Yine de Mösyö Candie gibi bir manyak ile karşılaşması onun da kontrolü kaybetmesine neden oluyor. İki karakter film boyunca birbirlerinin egosunu okşarken aslında düşmanlarını tanıma sürecinden geçiyorlar. O meşhur sahnede de önce askerlerini yerleştirip ardından ufak ataklar yapıyorlar. İkisi de geri adım atmıyor. ikisi de altta kalmıyor. Dr. Shultz daha çok savunma mantığı ile hareket ediyor ancak Mösyö Candie' nin vicdan gibi bir sorunu yok. Direkt saldırıyor. Dr. Shultz da bu saldırıya cevap veriyor. Tamamiyle sözler ve mimiklerle gerçekleşen bu savaşı izlemek inanılmaz bir zevk. Ancak tabii ki ego'nun ne kadar kötü şeylere sebep olabileceği gerçeği ile de başbaşa kalıyoruz. 

Filmin sonunu söyleyip bu büyüyü yok etmeyeceğim o yüzden tek bir cümle ile bitiriyorum yazımı:  Tarantino'nun klişeleri bile kendine özgü. 





0 yorum:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...